Evrende hiçbir şey tesadüfen meydana gelmiyor. Tesadüf kelimesi lügatlerde ancak mecaz olarak var. Her şey nihayetsiz bir hikmet altında ve aralarında birbirinden ayrılması imkânsız ilişkiler yumağı içinde kuşatıcı bir kasıt ve irade altında milim milim bir dantel gibi işleniyor.
Öylesine ki bütün kâinat, hikmet boyutunda tek taşını bile yerinden oynatamayacağımız bütünlükle âdeta tek bir varlık ve bir insan-ı ekber hükmünde. Sahip olmakla gururlandığımız bütün ilimler bütün incelikleriyle hep kâinatın eczası arasında ilim, irade ve kudret ekseninde tesis edilen bu ilişkinin derinliği ve tartışılmaz doğruluğu üzerine kurgulanmış.
“Beka, tekerrür-ü vücuddan ibarettir” diyor Üstadımız. Filhakika içinde bulunduğumuz her zaman diliminde kudret-i İlâhiye mütemadî bir yaratma, halk ve icad içinde, her şeyi bütün özellikleriyle varlıkta tutuyor, an be an yaratıyor, beka veriyor. O kudretten bir an nisbeti kesilen şey, o an yok olur.
Halk (خَلْق) ve Ca’l ( جَعْل)
Zerrelerden kürelere uzanan ve aklımızın almadığı, alamayacağı boyutlar içinde cereyan eden halk etme, bir şeyi yoktan var etme hakikati iki suretle gerçekleşiyor.
Biri ibda’ denilen, tamamen hiçten, yoktan, örneksiz var etme; diğeri ise inşa tabir edilen, daha önce yaratılmış olan yapı taşlarından o ana kadar hiç olmayan yeni bir şeyi terkip ederek yaratma.
Deney boyunca sadece su ile beslenen ve bu süreçte içinde dikildiği saksı toprağının ağırlığından eksilen miktarın yüzlerce kat üzerinde ağırlık kazanan bir bitki, ağırlığının ne kadarını sadece sudan veya havadan almış olabilir? Bu miktarın ne kadarının ibda’, ne kadarının inşa suretiyle olduğu meselesi gerçekçi olarak ancak ilm-i İlâhî’ye havale edilebilir.
Gözümüzün önünde toprağa atılan kupkuru bir çekirdeğin uyanıp açılması, türlü şekil ve ambalajlar içinde birbirinden güzel renk, tat ve kokularla her biri birer harika-i san’at olan nimetlerin bizlere bu kadar ucuz takdim edilmesi sıradan bir şey midir?
İnsan ve hayvan organizmalarının akılları hayrette bırakan ve hala tam olarak çözülememiş olan muhteşem anatomik yapılarından öte, en basit hayat mertebesindeki bitkilerin bu denli kolaylıkla, her yerde ve çoklukla meydana gelmesi, “Ülfet içinde, zaman-ı Âdem’den beri hikmet-i beşeriyenin nazarında gizli kalmış; hakikati, hakiki olarak beşerin aklı ile keşfedilememiş” bir imtihan sırrıdır.
Evet, mikro ve makro âlem, her gün bir yaz-boz levhası gibi sürekli bir yaratılış ve hiç durmayan hummalı bir faaliyet ve resmigeçit içinde şekilden şekle giriyor, ibda’ ve inşa suretindeki hallâkıyetiyle şiddet-i zuhurundan ihtifa eden nihayetsiz bir kudrete aklımızın pencerelerini açıyor.
Halk, ilm-i İlâhîde sadece vücûd-u ilmîsi bulunan bulunan namütenahî a’yân-ı sâbiteden, sınırsız ihtimal yolları içinde irade-i İlâhiyenin tahsis ettiklerini, kudret-i İlâhiyenin adem-i hâricîden vücûd-u hâricîye çıkarması, yani onu yoktan var etmesidir.
Bir de ca’l var. Yine ona mahsus, yine sıra dışı. Ama kudrete bedel, daha ağırlıklı olarak irade-i İlâhiye ile şekillenen ca’l.
Kamus’ta beyan edildiği gibi, başta yaratmak olmak üzere hemen tüm fiillere mevzu olacak şekilde, yerine göre ondan fazla değişik anlam yüklense de, ca’l asıl yapısı itibariyle Kamus müellifinin de ifade ettiği gibi kılmak, yapmak, işlemek, bir şeyi bir hal üzere tahsis etmek manasını mutazammındır.
Burada ca’l’in, halk olunan şeye bir fonksiyon tanımak, onu bir şeye mahsus kılmak nüktesi üzerinde duracağız. Bu itibarla halk’da galip olan sıfat kudret, ca’l’de ise irade-i İlâhiyedir.
Modellenecek olursa, halk, Allah’ın gözü bütün detaylarıyla yoktan yaratması; ca’l ise Allah’ın gözü görücü kılmasıdır. Göz, öyle bir irade olmasaydı yine var olurdu ama ihtimal ki görücü olmazdı. İşitici olabilirdi, koklayıcı olabilirdi veya hiç bilmediğimiz bambaşka bir fonksiyon icra edebilirdi.
Göz, halk itibariyle mahlûk, ca’l itibariyle de mec’ûl olur. Halk bir şeyi hiçten var eder, vücud verir; ca’l ise o şeyi bir sıfatla muttasıf kılar, ona bir statü kazandırır.
Yaratılan her şeye irade-i İlâhiye nihayetsiz ilim ve hikmetiyle bir fonksiyon tayin eder. Sözgelimi hepsinin kanla ilgili ayrı ayrı fonksiyonları olsa da vücudumuzda böbreğin gördüğü iş ile karaciğerin, akciğerin veya pankreasın yapacağı vazife bir değildir. Kan, birbirine eklenecek olsa yaklaşık yüz bin kilometre uzunluğunda olan damarlar aracılığıyla her biri ayrı bir görev tanımlamasıyla çalışan organlara ulaşır.
Sadece vücudumuzda değil, şu kâinatta canlı veya câmid her bir şeye kendine has bir fonksiyon tanımlaması yapılmıştır ve her şey hayatının lisan-ı haliyle o kemale doğru meyleder. Aynı elektronik devre, kullanım maksadı çerçevesinde değişik görevler üslendiği gibi; dünya âhiret yaratılmış her şeyin -tabir câizse- donanımı kudretle, yazılımı ise iradeyle şekillenir.
İşte bu noktada ca’l, çok güzel bir şey görüldüğünde zihinlere terettüp eden, “Peki bu neye yarar, sebeb-i vücudu nedir?” sualine cevap teşkil eder.
Kur’ân-ı Kerîm’de Ca’l ve Halk
وَهُوَ الَّذِي خَلَقَ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ “O (Allah) ki geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı yaratmıştır.” (Enbiya, 33) âyeti bu dört unsurun halk cihetine işaret eder.
Ama وَجَعَلْنَا اللَّيْلَ لِبَاسًا yaratılmış olan aynı “Geceyi, üzerinize örtü kıldık” (Nebe’, 10) âyetinde ise nazara verilen, yeni bir yaratma değil, zaten halk edilmiş olan geceye tanınan bir fonksiyon yani ca’l cihetidir. Allah geceyi yaratmıştır ama onu ekser mahlûkatına bir dinlenme vakti ve karanlığında büyük-küçük, güzel-çirkin her şeyi bürüyen bir örtü kılmıştır.
Keza وَجَعَلْنَا النَّهَارَ مَعَاشًا “Ve gündüzü maişet zamanı kıldık.” (Nebe’, 11)
Olanca ihtişamıyla yaratılmış olan gündüzün ca’l ile ifade edilen ciheti, onun geçim vakti olarak tahsis edilmiş olmasıdır.
Ve yine وَجَعَلَ الْقَمَرَ فِيهِنَّ نُورًا ay (yedi kat sema) içinde bir nur, وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا güneş ise sema yüzünde bir kandil kılınmıştır. (Nuh, 16)
Bir fikir vermesi adına Kur’ân-ı Kerîm’de 346 defa geçen ‘Ca’l’ maddesinin hangi makamlarda nasıl zikredildiğine dair diğer âyetlerden birkaç örnek verilecek olursa:
“O, yeryüzünü sizin için itâatkâr kılandır” (Mülk, 15)
Yeryüzünde dilediğimizce yollar, tüneller, barajlar inşa ediyoruz. “Karnın yardım, kazmayınan, bel ilen. Yüzün yırttım, tırnağınan, elinen. Gine beni karşıladı gülinen” denilen yeryüzü, bakınız, bize itiraz etmiyor.
Çünki, Cenab-ı Hak muhafaza buyursun, depremlerin, heyelanların lisan-ı haliyle hafiften itiraz etmeye başladığında, “Kaçacak yer nerede?” diye feryat ettiğimiz arz, mutlak bir irade tarafından mühlet verilen vakte kadar bize itâatkâr kılınmış, mec’ûl kılınmıştır.
“O, sizi işitme, görme ve idrak etme hassası (sahibi) kıldı.” (Nahl, 78)
“Onlar, Allah’ın, semaları ve yeryüzünü yarattığını ve onların bir mislini daha yaratmaya kadir olduğunu görmüyorlar mı? Onlar için, onda (hakkında) şüphe olmayan bir ecel kıldı (belli bir süre takdir etti).” (İsra, 99)
“Ana- babanın ve yakın akrabaların bıraktıklarından, herkesi mirasçı kıldık.” (Nisa, 33)
“(Kundaktaki İsa) şöyle dedi: Muhakkak ki ben, Allah’ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni peygamber kıldı.” (Meryem, 30)
“Sizin aranızda sevgi ve rahmet (merhamet) kıldı.” (Rum, 21)
“Ve cehennemi, kâfirler için kuşatıcı kıldık.” (İsra, 8)
Bu emsal ayetlerde geçen ca’l lafızlarının hepsi, farklı inceliklerle mezkûr hakikate işaret ediyor.
Yeryüzüne İnsanın Halife Kılınması
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً “(Ey Habîbim!) Bir zaman Rabbin, meleklere: ‘Şübhesiz ki ben, yeryüzünde (insanı) bir halîfe kılacak olanım’ buyurmuştu. (Melekler:) ‘Orada fesad çıkaracak ve orada kanlar dökecek bir kimse mi kılacaksın? Hâlbuki biz hamdin ile (seni) tesbîh ve takdîs ediyoruz’ dediler. (Rabbin de onlara:) ‘Sizin bilemeyeceğiniz şeyleri, şübhesiz ki ben bilirim!’ buyurdu.” (Bakara, 30)
Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri, melekleri bu makamda şaşırtan cihetin, insanların halk’ı yani yaratılması ciheti değil, beşerin arza halife olarak tahsis edilmesi yani ca’l ciheti olduğunu ifade ediyor.
İşârâtü’l-İ’câz’dan anlıyoruz ki, bu sualde meleklerin maksadı bir itiraz değildi. Onlar Cenab-ı Hakk’a insanın yaratılışını, halk cihetini değil, ona halife fonksiyonu tanınmasının sebep ve hikmetini yani ca’l cihetini sual ettiler.
Ve yine Hz Üstad âyette ‘Câ’il’ kelimesinin ‘Hâlik’ kelimesine bedel tercih edilmiş olmasının, bu nükteye işaret ettiğini vurgulayarak “Ca’l tabirinden anlaşılıyor ki insanın ahvali, vaziyetleri ne tabiatın iktizasıdır ve ne de fıtratın icabıdır. Ancak bir Câ’il’in ca’li iledir” diyor.
Yani insanların türlü tercihler içinde şekillenen malum ahvalleri, kudretin muktezası olsaydı ve yaptıkları işe fıtratları onları cebretseydi, bu yaptıklarından haliyle mes’ul olmazlardı. Malumdur ki kudretin konuştuğu yerde cüz’i ihtiyarî susar.
Hâlbuki insanların ca’l eksenindeki bu halleri, onlara tanınan bir inisiyatiftir, bir fırsat vermedir, bir opsiyondur. Daire-i teklifleri içinde onlara bir fonksiyon tanımadır. Cüz’i ihtiyarîlerini bu cihetle serbest olarak kullanabilirler. Bu hal, bir yaratma neticesi ve fıtratlarının icabı olsaydı, zorunlu olan yemek-içmek gibi, yorulmak-uyumak gibi nihayetinde insana sorumluluk terettüp etmeyen fıtrî bir ahval söz konusu olurdu ve imtihan olmazdı.
Ruh Bir Kanun-u Emrîdir
Yeryüzünde cari bütün kanunlar irade-i İlâhiyenin bir tecellisidir. Bizler insan olarak, bu bağlayıcı ve mutlak kanunların öylesine mahkûmuyuz ki aksini tasavvur bile edemiyoruz.
Dünyanın neresinde bir damla su varsa, iki hidrojen bir oksijenden oluşmuştur ve bu hidrojen atomları arasındaki açı her yerde 104,45 derecedir. Atomlar arasındaki moleküler yapının milim şaşmaz kuralları vardır. Suyun kaldırma kuvveti gibi, hangi ölçüde olursa olsun üçgenin iç açılar toplamının 180 derece olması gibi bizi kuşatan ve fizik, kimya, matematik gibi tüm fen bilimlerinin temelini teşkil eden kanunların her biri, hakikatte irade-i İlâhiyenin birer tecellisidir.
Birer İlâhî sıfat olarak, ilmin şe’ni bir şeyi olduğu hal üzere bütün mahiyetiyle bilmek, iradenin şe’ni o şeyin olmasını dilemek, kudretin şe’ni ise onu yoktan var etmek, yaratmaktır.
Yani ilim bilir, irade tahsis eder, kudret ise yapar.
Bu itibarla ilmin taalluk ettiği şeye ma’lum, iradeninkine kanun, kudretin eserine ise mahlûk denir. İlmin, mahiyetini temyiz ettiği ve kudretin yarattığı herhangi bir şeyin, varlık olarak tüm hususiyetlerinin nihaî sınırını ve fonksiyonunu ise irade belirler.
Üstadımız, ruha benzeyen ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden, ruha bir derece muvâfık o kanunlar bir vücûd-u hâricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu, diyor.
Mahiyeti itibariyle kâinatta cari olan nihayetsiz kanunlar gibi ruh da bir kanun-u emrîdir. Ancak akıllara durgunluk veren bir program ve yazılım mahiyetindeki ruh, diğer kanunlardan farklı olarak vücûd-u hâricî giydirilmiş yani yaratılmış, aynı zamanda zîhayat ve zîşuur, hayat ve idrak sahibi kılınmıştır.
Ruh nuranî, câmi’, gerek âlem-i vücûba, gerekse âlem-i imkâna yönelik bakış açısıyla gayet cemiyetli ve yüksek bir mahiyete mâliktir. Sanal ve itibarî bir şey değil, hakikattardır. Küçük ve basit olmakla birlikte âlemi kuşatacak şekilde külliyet kesb etmeye, inkişaf etmeye müstaid olarak yaratılmıştır.
Ruhun derece-i hayatına ulaşan ve bir aylık mesafeden Sâriye namındaki kumandanına dağa çekilmesi için minber üstünden seslenen Hz Ömer işte bu istidad ile mesafe tanımadan ordusuna komuta eder. Aylar sonra Hz Sâriye İran seferinden Medine’ye döndüğünde “Biz Ömer’in sesini işittik! Dediği gibi önümüzdeki geçidi geçmeyip dağa yöneldik. Allah böylece bize zafer nasib kıldı” diyecektir.
Ruhun mahlûk olan hususiyetlerinin ötesindeki en galip sıfatı, bir ağacın tüm detaylarını belirleyen teşekkülât kanunu gibi, bizim bir insan olarak bütün harekâtımızın mihveri olması itibariyle, insan mahiyetine derç edilmiş, ilim ve irade-i İlâhiyenin tecellisine mazhar, harika ve muhteşem bir kanun, bir program hükmünde olmasıdır.
Ruhun Mec’uliyeti
Bu makamda Sa’d-ı Taftazânî’nin ruhu biri hayvanî, diğeri insanî olmak üzere ikiye taksim ettikten sonra, “Mevte mâruz kalan, yalnız ruh-u hayvanîdir. Ruh-u insanî ise mahlûk değildir. Ve onunla Allah beyninde nispet ve sebep yoktur” demesi, işte halk ile ca’l arasındaki bu nükteye işarettir.
Üstadımızın beyan ettiği gibi, “Ruhun mahiyeti, zîhayat bir kanun-u emrî, zîşuûr bir âyine-i ism-i Hayy, zîcevher bir cilve-i hayat-ı sermedî olduğundan mec’ûldür. Bu cihetle, mahlûktur denilemez.”
Hâsılı, ruhun kudret-i İlâhiye ile yaratılmış olması yani halk ciheti ayrı bir şeydir; ruha irade-i İlâhiyenin bir tecellisi olarak bir kanun mahiyetinde, bütün varlığımızın stratejik planlama ve harekât merkezi, programı ve gerçek kimliği olacak şekilde fonksiyon tanımlanmış olması ise ca’l ciheti olarak ayrı bir şeydir.
Ruh kudrete âyine olması itibariyle mahlûk, iradeye taalluku cihetiyle mec’ûldür.
Ruhumuz ölüme maruz kalarak beden elbisesinden ayrılır ve âlem-i berzahtan âlem-i âhirete, ebed cihetine intikal eder. Ruhun mec’ûl olan kanuniyet ciheti ise iradenin birer tecellisi olan diğer lâyemut kanunlar gibi, bize ait değildir.
Allahu a’lemü bissavab.
ALINTIDIR