Allah Teâlâ Hazretleri Süleyman (as)’ı eşsiz bir saltanat ve mülk sahibi yaptı. O geniş mülkte kendisine hizmetçi olarak da insanları ve cinleri emrine muti eyledi. Gitmek istediği her tarafa gidebilmesi için de rüzgârı kendisine itaatli kıldı. Hayvanatın dillerini ona öğrettiği gibi, onlarla konuşma imkânını da verdi. Ta ki bizler anlamsız zannettiğimiz âlemde ne hikmetler var görüp ders alalım.
Bir gün Hz. Süleyman muazzam ordusu ve kuşlarla beraber olduğu hâlde karıncalar vadisinden geçecekken karıncalardan biri şöyle seslendi: “Ey karınca topluluğu! Kendi yuvalarınıza girin. Süleyman ve orduları, farkında olmaksızın sizi ezip geçmesinler.”[1]
Rüzgâr, karıncanın bu sözünü Hz. Süleyman’ın kulağına ulaştırdı. Hz. Süleyman da ordusunu durdurdu.
“Karıncayı bana getirin!” diye emretti.
Karıncayı getirdiklerinde Hz. Süleyman: “Benim Allah’ın Peygamberi olduğumu ve kimseye zulmetmeyeceğimi bilmiyor musun?” dedi.
Karınca: “Evet, biliyorum” dedi.
Hz. Süleyman: “O zaman neden karıncaları benim zulmümden korkuttun ve ‘Ey karıncalar, yuvalarınıza girin!’ dedin?”
Karınca: “Karıncaların, senin ziynet ve saltanatına bakıp ona meftun olmalarından ve böylece Allah’tan uzaklaşarak diğer şeylerle meşgul olmalarından korktum” dedi.
Karınca daha sonra: “Ey Süleyman! Neden Allah-u Teâlâ, rüzgârı senin emrine verdi?” biliyor musun diye sordu.
Hz. Süleyman: “Benim bu konuda bir bilgim yoktur” karşılığını verince, karınca: “Allah-u Teâlâ, onu sana vermekle şunu kastetmiştir: ‘Bu rüzgârı senin emrine verdiğim gibi, bu dünyayı senin emrine verdim; fakat unutma ki bu dünyalılıkların zevali, rüzgarın zevali gibidir. Bir bakarsın elindedir, bir bakarsın savrulmuş gitmiş’ dedi.”
Karıncanın bu hikmet dolu cevabının üzerine Hz. Süleyman güldü.[2]
***
Evet, belki karınca ziynete meftun olup Allah’a ibadet etmekten geri kalmayacaktır. Ama Rabbimiz onun lisanından bize ders veriyor. Mal ve mülk, şeytanın zehirli oklarındandır ki isabet ettiği kişiyi -bazen sahabe içindeyken Peygamber duası bereketiyle elde edildiği halde- gurur ve kibir saikiyle büyüklendirir. Ve “O zenginlik benimdir. Ben onu çalışarak elde ettim” sözlerini söyletip Peygamber dostu iken kendisine esir, kul köle eder. Eğer kul, mal ve mülke mana-yı ismi ile bakarsa ona meftun olur. Gözü doyumsuz bir hale gelir. Yavaş yavaş Allah’a ibadetten geri kalır. Malı ona hizmetçi iken onu kendisine hizmet ettirir. İşte sakınılması gereken hâl budur.
“Peki, zengin olmamalıyız mı acaba?” derseniz; deriz ki, elbette olmalıyız! Zira Üstadımızın Münazaratta; “Bu zamanda i’lâyı kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır” ifadesi, Efendimiz (asm)’ın gayb aşina nazarıyla haber verdiği “Ahir zamanda ümmetimin kuvvetlisi ve zengini, zayıfından ve fakirinden daha hayırlıdır” hadis-i şerefinin izahı sadedindedir. Yakın bir istikbalde beklenilen Nur asrında kalbi Allah sevgisiyle dolu, amel-i salih sahibi, takvalı ve bir o kadar da infak etmekten lezzet alan zenginlerin rolü olacaktır.
Mal ve mülk olmalı fakat bizler hiç bir zaman onu gaye edinmediğimiz gibi, onu ahiret hesabına seve seve infak edebilmeliyiz. Yoksa o malın sahibi değil, çobanı oluruz. Aslında o mal dün başkasına ait iken, bugün bizim elimize geçmiştir. Evvelki maliki elinde tutamayıp, kabir kapısında başkasına teslim ettiği halde, biz ona hakiki malik olabileceğimizi iddia edebilir miyiz? Hayır, asla ve kat’a!
Mal ve mülk fark edip anlayabilene şöyle bir kapı açmaktadır. Bizim olmadığı, emaneten bize verildiği ve bir zaman sonra bizden alınacak olduğu halde; verdikçe bizim olan, infak ettikçe baki bir âlemde cennet nimetleri suretinde ihsan edilecek fani akçelerdir. Fakat unutulmamalı ki bu mal, velev ki infak etmek için de olsa şahsi ibadetlerimizin, kulluğumuzun ve boynumuzun borcu olan hizmetlerden bizi alıkoymamalıdır.
Rabbimiz her kulunu imtihan etmek için belirli bir zenginliği ve fakirliği takdir etmiştir. Zengin kılmış ise kul imkânı zayıf olan hemcinsinin yardımında olmalıdır. Eğer olmazsa o mal ona var değil bârdır, yüktür. Hem de mesul edici bir yüktür.
Yaradan fakirlik takdir etmiş ise, kul, verene karşı verilenden dolayı şükür içinde olmalıdır. Eğer nazarını hep kendisinden üstün olanlara dikerse, şükürsüzlüğü ve kanaatsizliği sebebiyle hayatını çekilmez bir hâle getirir. Rahat etmenin yolu ise, ele geçmemiş malın tamahı içinde olmak yerine verilmiş olan malın şükrü ve infak gayreti içinde olmaktır.
***
Bugün rüzgârın esintisi misali mal ve mülk elimize geçmiş olabilir ama bu bizde ebediyen kalacaktır manasına gelmeyeceğini de yine karıncanın Hz. Süleyman’la olan konuşmasından öğreniyoruz. Kur’an-ı Kerim bu hakikati şu muhteşem benzetmesiyle nazarlarımıza arz eder:
“Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süstür, aranızda bir övünmedir, mallar ve evlâd hususunda bir çokluk yarışından ibarettir. Bir yağmurun misali gibidir ki, (bitirdiği) bitkisi, ekincilerin hoşuna gider; sonra kurur da onu sararmış görürsün; sonra da kuru bir çöp olur.”[3]
Evet, mal bitki misal yeşerip boy verdiğinde sahibine mutluluk verir. Kulun ise, mutlu eden mala karşı iki vazifesi vardır. Birincisi şükür, ikincisi infaktır, paylaşmaktır. Bu iki vazife yerine getirilmezse, bir bakarız ki bizim dediğimiz ne varsa çer-çöp haline gelmiş. Var ve bizim zannettiğimiz her şey, rüzgâr gibi elimizden uçup kaybolup gitmiştir.
Ne mutlu o kullara ki bulunca infak ederler bulmayınca da şükür ederler!
Ve ibadetlerinde huşu içindedirler!
Spot cümleler bunlardan istediğiniz olabilir
Mal ve mülk bizim olmadığı, emaneten bize verildiği ve bir zaman sonra bizden alınacak olduğu halde verdikçe bizim olan, infak ettikçe baki bir alemde cennet nimetleri suretinde ihsan edilecek fani akçelerdir.
Aslında mal ve mülk dün başkasına ait iken bugün bizim elimize geçmiştir. Evvelki maliki elinde tutamayıp kabir kapısında başkasına teslim ettiği halde biz ona hakiki malik olabileceğimizi iddia edebilir miyiz sizce? Hayır.
Fakat unutulmamalı ki bu mal velev ki infak etmek için de olsa şahsi ibadetlerimizin, kulluğumuzun ve boynumuzun borcu olan hizmetlerden bizi alıkoymamalıdır.
Alıntıdır
[1] Neml Sûresi, 18
[2] Neml Sûresi, 19
[3] Hadid Sûresi, 20