Rabbimizin ezelî kelâmı olan Kur’ân, kıyamete kadar bütün asırlara ve tüm insanlara hitap eden bir kitaptır. Allah’ın hükümlerini her asra ve bütün insanlara tebliğ eden Kur’ân’ın değişmeden muhafaza edilmesi, Allah’ın hikmetinin gereğidir ve dahi Cenab-ı Hakk’ın da vadettiği bir hakikattir. “Muhakkak ki o Zikr’i (Kur’ân’ı) biz indirdik ve muhakkak onu koruyucu olanlar da elbette biziz” ayeti Kur’ân’ın bizzat Allah’ın koruması altında olduğunu ifade ediyor. Cenab-ı Hak, günümüze kadar Kur’ân’ı insanların en şereflileri vasıtasıyla muhafaza etti. En başta Rasûlünü (asm), sonra sahabeleri, ardından milyonlarca kahraman hafızı Kur’ân’a muhafız yaptı. Burada Kur’ân’ın Peygamberimize inzali ile başlayan süreçten günümüze kadar hangi metotlar ile muhafaza edildiğini, bizlere kadar nasıl ulaştığını açıklamaya çalışacağız.
VAHYİH YAZILMASI
Kur’ân-ı Kerim, Peygamberimiz(asm)’e kısım kısım olarak 23 senede indirilmiştir. Allah tarafından bir ayet/sure nazil olduğunda Resul-i Ekrem (asm) vahiy kâtiplerine yazdırırdı. Bütün kaynakların ittifakla naklettiklerine göre ne zaman Resûl-i Ekrem’e (asm) Kur’ân-ı Kerim’den bir şey vahy edilirse, vahiy kâtiplerinden birini çağırır: “Bunu falan sureye koyunuz” diye emreder ve bu ayetleri yazdırırdı.[1] Yeni gelen vahyi, daha önce gelmiş olanların neresine yazılacağını bildirirdi.
Hz. Ömer (ra)’in, kız kardeşinin elinde bulunan Tâhâ Suresi’nin baş tarafındaki ayetlerin yazılı bulunduğu sayfayı okuyarak Müslüman olması[2] o zamanda da Kur’ân ayetlerinin yazıldığını gösteren bir delildir. Berâ bin Âzib’den yapılan rivayet de Kur’ân’ın, Resûl-i Ekrem (asm) tarafından bizzat yazdırıldığını göstermektedir. Kendisi şöyle nakletmektedir. Nisâ Suresi’nin 95. ayeti nazil olduğunda Rasûlullah (asm), “Bana falanı çağırın” dedi. Çağırılan şahıs (Zeyd bin Sâbit) mürekkep, kalem ve üzerine yazı yazılacak malzeme alıp geldiğinde Allah Resûlü ona: “Lâ yestevil kâidûn” ayetini yaz” dedi.[3] Vahiy kâtibi yazma işini bitirince Hz. Peygamber (asm), kâtibe, yazdığını yüksek sesle okumasını emrederdi. Yazılan kısımda eksiklik, fazlalık veya yanlışlık varsa tashih edilmiş olurdu. Bundan sonraki aşamada bizzat Resûl-i Ekrem (asm)’ın kontrolünden geçen Kur’ân metinleri, yine kendi emri üzere çoğaltılırdı.
Bir kısım Müslümanlar çoğaltılan Kur’ân nüshalarını kendileri için alırdı. Bir kısmı sahabeler de tashih edilen metinlerden kendileri için yazarlardı. İstinsah işi bittikten sonra da mukabele gören asıl nüsha, Rasûlullhah (asm)’a teslim edilip hâne-i saadette muhafaza ediliyordu. Kur’ân’ın birçok nüshası Peygamberimizin (asm) evinde bulunuyordu. Böylece bizzat Peygamberimiz (asm) tarafından Kur’ân vahyinin tamamı, yazıyla tespit ettirildi.
Kâtipler o günkü imkânlar dâhilinde ilk olarak gelen vahiyleri ince taş levhalara, kürek kemiklerine, deve semerlerine, hurma dallarına, deri parçalarına, papirüs kâğıdına, bez parçalarına çeşitli yazı malzemelerine yazarlardı. Sure tamamlandığında daha uygun bir şekilde sahifelere geçiriliyordu.
Kur’ân’ın bir isminin de “El-Kitâb” olması, esasında onun yazılı bir metin olacağına işaret etmektedir. Çünkü kitab; yazılmış olan şey demektir. “Bil’akis o, şerefli bir Kur’ân’dır. Levh-i Mahfuz’da (korunmuş bir levhada)dır.”[4] Ve “(O Kur’ân, Levh-i Mahfuz’da) şerefli kılınmış, (semada) yükseltilmiş tertemiz sahifelerdedir. Değerli ve itaatkâr yazıcı (melek)lerin elleriyle (yazılmış)tır”[5] ayetlerinin ifadesinde belirtildiği gibi aynı zamanda Kur’ân, Levh-i Mahfuz’da yazılı olarak da bulunmaktadır.
VAHİY KÂTİPLERİ
Peygamber Efendimiz (asm) ümmî olduğu için nazil olan ayetleri okuma-yazma bilen sahabelere bizzat kendisi yazdırmıştır. Ayetleri Resul-i Ekrem (asm)’dan duyarak yazan bu sahâbelere vahiy kâtipleri denilmektedir. Bütün kaynakların ittifakla naklettiklerine göre ne zaman Resûl-i Ekrem’e (asm) Kur’ân-ı Kerim’den bir şey vahy edilirse, vahiy kâtiplerinden birini çağırır: “Bunu falan sureye koyunuz” diye emreder ve bu ayetleri yazdırırdı. Mekke’de ilk vahiy kâtipliğini Abdullah bin Sa’d bin Ebi Sarh (ra) yapmıştır. Medine döneminde Ubey bin Ka’b vahiy kâtipliğini yapmıştır. Ardından Zeyd bin Sabit bu şerefli vazifeyi devam ettirmiştir.
Rivayetlerde sadece Medîne döneminde 65 sahabenin vahiy katipliği yaptığı bildirilmektedir. Bunlardan bazıları; Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer bin Hattab, Hz. Osman bin Affan, Hz. Ali bin Ebi Tâlib, Amr bin el-As, Hz. Muâviye, Şurahbil bin Hasene, Muğire bin Şube, Muaz bin Cebel, Hanzele bin er-Rebi’, Cehm bin Salt, Hüseyin en-Nemerî, Zübeyr bin Avvâm, Amir bin Fuheyhe, Ebân bin Said, Abdullah bin Erkam, Said bin Kays, Abdullah bin Zeyd, Hâlid bin Velid, Alâ bin Hadremi, Abdullah bin Revaha, Huzeyfe bin el-Yemân, Muhammed bin Mesleme, Talha bin Ubeydullah, Sa’d bin Ebi Vakkas olarak zikredilmektedir.
KUR’ÂN’IN EZBERLENMESİ
Kur’ân nazil olduğunda Resûl-i Ekrem (asm) Allah’ın yardımı ile onu ezberlerdi. İbn-i Abbas (ra)’dan rivayet dildiğine göre “Cebrail (as) Hz. Peygambere (asm) vahiy getirdiğinde Rasûlullah (asm), unutmamak maksadıyla gelen vahyi devamlı tekrar ettiği için sıkıntı çekerdi. Bunun üzerine Allah “(Habibim, ya Muhammed! Cebrail sana vahyi bildirmeden) onu (Kur’ân’ı) acele ezber etmek için, dilini onunla kımıldatma. Şüphesiz ki onu (senin kalbine) toplamak ve onu (sana) okutmak bize aittir. O halde onu (sana) okuduğumuz zaman artık (sen) onun okunuşunu takip et”[6] ayetlerini indirdi. Yine A’lâ Sûresindeki “Sana (Kur’ân’ı) okutacağız, artık unutmayacaksın.”[7] ayeti Kur’ân’ın Allah tarafından Resûl-i Ekrem’e (asm) unutmamak üzere ezberletildiğini göstermektedir.
Her sene Ramazan ayında Cebrail (as) Resûlullah’a o zamana kadar nazil olan tüm ayetleri okur, Resûl-i Ekrem (asm) da Cebrâil (as)’a okurdu. Böylece Kur’ân’ı mukâbele ederlerdi. Resulullah (asm)’ın vefat edeceği yıl bu mukabele iki defa yapılmıştır. Bu şekilde Resûl-i Ekrem (asm) ilk olarak kendisi ezberlemiş ve “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Artık (bunu) yapmazsan, o takdirde O’nun (vahiy) ile gönderdiklerini tebliğ etmemiş olursun!”[8] ayeti gereği peygamberlik vazifesi olarak ashâbına da ezberletmiştir.
Sahabelerin ezber kabiliyetlerinin çok ileri seviyede olduğu, bilinen bir hakikattir. Çünkü Kur’ân nazil olmadan önce Arap yarımadasında okuma yazması olmayan insanlar çoğunlukta idi. Bu durumda olan Araplar, unutmak istemedikleri övünülecek hâl ve hikâyelerini ve ahlâkî terbiyeye yardımcı olacak ifade ve sözleri muhafaza etmek mecburiyetinde idiler. Bu kuvvetli ihtiyacın sevkiyle o zamanda Arap yarımadasındaki istikbalin sahabeleri ezber kabiliyetinde çok ileri bir seviyeye ulaşmışlardı. Mesela Hz. Ömer (ra) cahiliye zamanlarında binlerce beyitlik şiirleri ezberlediğini kendisi ifade eder.
Nazil olan ayetleri ezberlemek en büyük ibadetlerden ve Allah’ın rızasını kazanmanın en güzel vesilelerinden biri olduğundan Asr-ı Saadet’te Hakka âşık olan sahabeler büyük bir gayret ile Kur’ân’ı ezberlerlerdi. Namazlarında Kur’ân’dan sureler okurlardı.
“Sizin en üstününüz, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.”[9], “İnsanlar içinde imrenilecek iki kişi vardır: Birisi, Cenab-ı Hak tarafından Kur’ân’a nâil olan ve Kur’ân’ı gece gündüz tilâvet eden; diğeri, Allah tarafından kendisine bol servet ihsan edilen ve gece gündüz Allah yolunda verendir.”[10], “Muhakkak ki insanlar içinde Allah ehli olanlar vardır. (Sahabe), “Ya Resûlallah onlar kimlerdir?” dediler. (Rasûlullah sav) “Ehl-i Kur’ân olanlar, Allah’ın ehli ve kendisine seçtiği kimselerdir.”[11] “Kim Kur’ân’ı okur ve onu hıfzederse, Allah o kimseyi cennete koyar ve ailesinden cehenneme girmek mecburiyetinde kalan kimselere şefâat etme hakkı tanır”.[12] ”Bir kimsenin içinde Kur’ân’dan bir şey bulunmazsa, o kimse harâb olmuş bir ev gibidir.”[13] gibi daha bir çok hadiste belirtilen Resûlullah (asm)’ın teşvik ve müjdelerine layık olabilmek için Ashâb-ı Kirâm, Kur’ân’ı ezberlemek için âdeta birbirleriyle yarışırlardı. Geceleri Medine sokaklarında dolaşılırken evlerden arı vızıltısı gibi Kur’ân okuma sesleri yükselirdi.
Bediüzzaman Said Nursi, sahabelerin o zamandaki hallerini şöyle ifade eder. “O zamandaki o büyük inkılâb-ı İlâhi’de, ezhan (zihinler) marziyât-ı Rabbaniye’yi (Allah’ın razı olduğu şeyleri) ve ahkâm-ı İlâhiye’yi anlamak üzerine dönerdi. Bütün ezhan (zihinler), istinbât-ı ahkâma müteveccih idi. Bütün kalpler: “Rabbimizin bizden istediği nedir?” diye merak ederdi. Muhâverât (karşılıklı konuşmalar), bu manayı tazammun ederek vuku buluyordu.[14]
Kur’ân’a hizmeti hayatlarının en mühim vazifesi bilen, akıllarını, kalplerini, ruhlarını, nefislerini vahyin nuruyla terbiye ederek bütün çağlara yol gösteren sahabeler, tüm gayretleri ile Kur’ân’a sarıldılar. Her bir harfini ebedi bir hazinenin anahtarı olarak gördükleri Kur’ân’ı kalplerine, hâfızalarına yazarak ezberlediler. Emanete sahip çıkma hususunda çok gayretli olan, Kur’ân’ın metnini ise gelecek nesillere aktarılacak en büyük emanet olarak gören sahabeler emaneti hakkıyla yerine getirdiler. Öyle ki Fahr-i Âlem’in (asm) mübarek ağızlarından dökülen tükürüğü dahi zayi etmeyip onunla teberrüke can atan sahabeler, aynı mübarek ağızdan çıkan iki dünya saadetini temin eden Kur’ân için her şeylerini fedadan çekinmediler.
Bu suretle daha Resûl-i Ekrem (asm) hayatta iken birçok sahabe Kur’ân’ı ezberledi. Sadece Bi’r-ü Mâune hadisesinde yetmiş Kurra (Kur’ân’ı ezberleyen) sahabenin şehit edildiği, Yemâme vakasında yedi yüz kadar sahabenin şehit edildiği rivayetleri göz önüne alınırsa, birçok sahabenin Kur’ân’ı ezberlediği anlaşılır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki; Kur’ân hem satırlarda, hem de sadırlarda, hem hafızalarda korunmuştur. Kur’ân sadece ezberlenmemiş, aynı zamanda yazıya da geçirilerek son derece itinalı bir şekilde korunmuştur.
O zamandan şimdiye kadar da on dört asır boyunca Kur’ân’dan başka, harekelerine varıncaya kadar ezberlenen bir kitap daha olmadı. Asr-ı saadetten günümüze kadar milyonlarca hâfızlar, Kur’ân’ın her bir harfini ebedi bir hazinenin anahtarı olarak muhafaza ettiler. O mukaddes kitabı kalplerine, hâfızalarına yazarak ezberlediler. Bu kudsî hizmeti yerine getirerek Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu bütün dünyaya ispat ettiler.
İslâm tarihinde, mucizeler hazinesi olan Kur’ân’ı dört yaşında ezberleyenler olduğu gibi, her yaş grubundan insanlar da çoklukla ezberlemişlerdir. Kur’ân’da karışıklığa ve zorlanmaya sebep olacak birçok benzer ayetler vardır. Buna rağmen, küçücük çocukların nazik ve basit kafalarında dahi altı yüz sayfalık Kur’ân, mükemmel bir şekilde yerleşir.
Kur’ân Arapçadır. Arapça bilmeyen Müslümanlar dahi, onu ezberlemekte zorluk çekmezler. Kurân’ı anlamayan bir insanın, onu bu kadar kolay ezberlemesi fevkalâdedir. Onun ezberlenmesinin kolaylığı ile ilgili, Rabbimiz şöyle buyurur: “Şânım hakkı için (biz) Kur’ân’ı nasihat alınsın diye kolaylaştırdık.” Bu harikalığı noktasında kesinlikle Kur’ân’ın benzeri yoktur. Bu yüzden de hiçbir kitap en büyük mucize olan Kur’ân’ın yerini tutamaz.
VAHYİN KORUNMASI
Vahiy kâtipleri, her gelen vahyi Hz. Peygamberin (asm) emri üzerine yazıyorlardı. Fakat nazil olan vahiyler bir yerde cem’ edilip tertip edilmemişti. Yani resmi bir tertip işine teşebbüs edilmemişti. Fakat Hz. Peygambere (asm) yakın olan bazı sahabeler münferit olarak Resul-i Ekrem’den işittiklerini büyük bir gayret ile topluyorlardı. Konu ile alakalı kaynaklarda Ali b. Ebi Tâlib, Ebû’d-Derdâ’ Uveymir bin Zeyd, Mu’âz bin Cebel, Ebû Zeyd bin Sabit, Übey bin Ka’b, Ubeyd bin Muâviye, İbn Mes’ud, Hz. Osman ve daha ismi geçen bazı kişilerin Kur’ân’ın tamamını topladıkları belirtilmektedir. Sahabeden bazısı bir kısmını toplamış ve Rasûlullhah (asm)’ın vefatından sonra da, diğer kısımlarını tamamlamıştır. Daha önceki konularda da değinildiği gibi Kur’ân hem yazı ile muhafaza edilmiş hem de sayıları çok fazla olan sahabeler tarafından ezber edilmek suretiyle muhafaza edilmiştir. Bu suretle içine hiçbir şüphe karışamayacak şekilde Allah’ın Kur’ân’ı muhafaza vadi yerine gelmiştir. Hakka âşık, doğruluğa müştak, adalet ve hakkaniyete gönülden bağlı, emanete son derece riayet eden binlerce hafız ve âlim sahabe ittifakla Kur’ân’ın muhafaza edildiğinde tasdikleri asla şüphe kabul etmeyecek bir delildir.
Kur’anın mucizeliğinin onun bozulmasını engelleyen bir set vazifesi gördüğünü Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri şöyle anlatır: “Kur’anın i’cazı (ifadelerindeki mucizelik) tahrifine (bozulmasına) bir seddir. Evet, madem Kur’an mucizedir, beşer onun taklidini yapamaz. Ayetleri başka kelâmlar (sözler) ile tebdil edilmekle (değiştirilerek) tahrif ve tağyiri mümkün değildir. Çünkü müfessir, müellif ve mütercimlerin muharrif (bozucu) üslûblarının kisvelerini (lafızlarını) âyâtın (ayetlerin) kisvesiyle iltibas ettiremezler (karıştıramazlar). Ayetlerde icaz damgası vardır. O damganın altında olmayan kelâmlar ayet addedilemez (sayılamaz). Öyle ise icaz, tahrif ve tağyiri kabul etmez.”[15]
Asr-ı Saadetten günümüze kadar da Kur’an’ı yazmak ve ezberlemek en büyük ibadetlerden sayılmıştır. Bu şekilde her asırda bütün İslam âleminde milyonlarca hâfız yetişmiş ve milyonlarca Kur’an yazılmıştır. Bu gün yeryüzünde bulunan eski-yeni, bütün Kur’an Mushaflarının tamamı aynı olduğu gibi, üçüncü halife olan Hz. Osman döneminde yazılıp çoğaltılan Kur’anlar da bu gün mevcuttur ve şimdiki Mushaflarla tamamen aynıdır.
[1] Ahmed bin Hanbel, el-Müsned,I,57
[2] İbn-i Hişam, es-Sire, I,368
[3] El-Buhâri, Tefsir, Sûre, 4.
[4] Bürûc, 21,22
[5] Abese, 13-16
[6] Kıyâme, 16,17,18
[7] A’lâ, 6
[8] Mâide, 67
[9] Sahîhu’l-Buhâri, VI, 101
[10] Sahîhu’l-Buhâri, VI, 101
[11] Sünenu ibn-i Mâce, I, 78
[12] Sünenu ibn-i Mâce, I, 78
[13] Müsnedu Ahmed, I, 223
[14] Sözler, 166 (Osmanlıca Nüsha, Altınbaşak Neşriyat)
[15] Mesnevi-i Nuriye, Habab