Nefesler tutuldu… Bakışlar bir yere toplandı. Hiç kimse olduğu yerden hareket etmiyor, kimse ses çıkarmıyordu. Ancak herkesin merak ettiği bir konu vardı: Bu sefer sıra kimdeydi?
Nihayet vazifeli memur geldi ve aramızdan birinin ismini anons etti. Bundan sonrası hepimizce malumdu. İsmi anons edilen kişi önce yıkanıyor, temizleniyor, taranıyor, daha sonra üzerindeki elbiseleri çıkarıp, o bembeyaz takım elbiseyi giyip memurla birlikte aramızdan ayrılıyordu. Aramızdan ayrılan kişinin, koğuşun kapısından çıkmasıyla heyecanlı bir bekleyiş başlar ve herkes koğuşun bahçeye bakan penceresine yığılırdı. Çünkü aramızdan ayrılan kişinin hangi yoldan götürüleceği herkeste merak uyandırıyordu.
Kimileri o yaşlı çınar ağacına çıkarak onu bir basamak yapar ve o ağacın köklerinin dayandığı duvarın arkasına geçiverir; kimileri hapishanenin en karanlık hücrelerinin bulunduğu yere geçmek için o eski bakımsız kapıdan götürülür ve tek başına hapsedilir. Kimileri ise en feci son olan o yaşlı çınar ağacında idam edilirdi. En dehşet verici son buydu. Nihayet, bu sefer çağrılan arkadaşımız da o duvarın arkasına geçmeyi başarmıştı. Herkes duvarın arkasının bir kurtuluş olduğunu düşünüyordu. Çünkü burada vazifeli memurların anlattığına göre, orada bir piyango dairesi vardı. Duvarın arkasına geçmeyi başarabilenlerin hemen hemen hepsi ellerine verilen piyango bileti ile vaat edilen büyük ikramiyeyi almaya hak kazanıyordu.
Hapishane gibi bir yerden öyle büyük bir ikramiye alınan yere geçmek pek fena olmasa gerekti. Ancak bu yolda, o tek kişilik hücrelere tıkılmak da var, o darağacına takılmak da!
İşte o darağacına takılmamak için bize burada dağıtılan adapnameler ve terbiyenameler çok önemliydi. O adapnameleri ve terbiyenameleri kim mi gönderiyor? Tabiî ki bu memleketin hâkimi. Bize adapnamedeki duaları öğretmeye gelen heyetteki memurlar ise o hâkimin elçileridir. Bir de buraya gelen başka bir heyet var. Onlar ne mi yapıyor? Onlar da güya bize neşe vermek, bizi mutlu etmek için buraya geliyorlar. Aman da ne mutluluk… Dağıttıkları baklava ve helvalar bizi zaten yediğimize yiyeceğimize pişman ediyor. Onları yemesi herkese hoş geliyor ama çok geçmeden başlayan o karın ağrısı ve baş dönmeleri insanı hasta ediyor. Birkaç defa ben de tattım o zehirli şerbetlerden ve tatlılardan. Sanki bir üzüm tanesi yedirmişler de yüz tokat vurmuşlar gibi o kötü hali uzun süre üzerimden atamadım. Neymiş yani birkaç dakika ağzım tatlanacak, nefsim hoşlanacak diye bütün vücudumu sıkıntıya ve ızdıraba sokmanın anlamı var mı?
Zaten o heyetin getirdiği tatlılardan ve şerbetlerden bir daha içmeyeceğime ve yemeyeceğime Süleyman Amca’ya da söz verdim. Süleyman Amca da mı kim? Haa… Süleyman Amca bizim hem en yaşlımız, hem en tecrübelimiz, hem de en bilgemiz. Kimin bir sıkıntısı ve problemi olsa Süleyman Amca’ya anlatır. O nurlu dede de onu kemal-i sabır ile dinler ve o sıkıntı sanki kendi sıkıntısıymış gibi kafa yorar. Kendi sıkıntıları yetmiyormuş gibi bir de bizlerin sıkıntılarıyla hüzünlenir, o güzel huylu amcamız. Ama metanetini hiç kaybetmez. Sıkıntı ne kadar büyük ve zor olursa olsun düşünür, kitap karıştırır ve makul bir çözüm bulur. Hadiselerin altında ezilmez ve tesirinde kalmaz Süleyman Amca. Onun için o benim zihnimde “Beton Süleyman”dır.
Süleyman Amca hem çok sevilir hem de çok sayılır. Elinden düşürmediği o adapnameler ise, onu, benim gözümde “âlim” sıfatına biraz daha layık kılıyor. Evet evet… Hem de bu zamanın mühim hakikatli bir âlimi. Çünkü Süleyman Amca’nın gecesi gündüzü yoktur. Gündüz çokça o adapnameleri okur. Geceleri de kendi yaptığı rahlesinde günlük yazısını yazar.
Geçenlerde gecenin bir yarısında uyandım. Baktım Süleyman Amca yine diz çökmüş rahlenin başında. Rahlesindeki ışık, kapkaranlık koğuşa nur saçıyordu. Yine bir şeyler yazıyordu. Kalktım, rahatsız etmek istemiyordum; ama merakımı yenemedim. Yavaşça sokuldum yanına ve:
— Süleyman Amca okuduklarına diyeceğim yok ama bu yazı da nereden çıktı?
Diye de sormuş bulundum. Yavaşça bana döndü ve tatlı bir tebessüm ile:
— Kardeşim sen hiç eli kalem tutmayan talebe gördün mü? Sence yazı yazmasını bilmeyen talebe olabilir mi?
Diyerek omzuma dokundu. O koğuşun karanlığında, o rahlenin nurunda Süleyman Amca elini omzumdan hiç kaldırmasın istiyordum; kaldırma Süleyman Amca elini omzumdan. “Şunun şurasında kaç kişi vardı ki bize karşılıksız el uzatan?” diye düşünürken Süleyman Amca söze başladı:
— Evladım; şu sabahki gelen heyetin -bugün bizi tecrübe için- verdikleri o hediyeler karşılıksız gibi görünüyorlar, ama yarın senin için çok kıymetli olacak. Sana bahçedeki duvarın arkasındaki büyük ikramiyeyi kazandıracak olan bileti senden isterler. Ve böylece senin yüzde doksan dokuz ihtimal ile o darağacında idamına sebep olurlar. O duvarın arkasına geçebilmek ve piyango biletini kazanabilmen için ellerinde terbiyenameler, helal yemekler ve mübarek şerbetler olan heyete tabi ol. Çünkü onlar, bu memleketin hâkiminin fermanıyla geliyorlar ve hediye getiriyorlar. Onların getirdiklerini diğerlerinin getirdiklerinin yerine kabul etsen ve terbiyenamedeki duaları ve virdleri okusan, yüzde doksan dokuz ihtimal ile asılmaktan kurtulacaksın. O duvarın arkasında büyük ikramiye olarak o tarafa geçmeyi başaran herkese milyon altın verildiğine gözünle görür gibi inan. Buradaki büyük ve ciddi memurlar bundan kat’i haber veriyorlar, diye nasihat etti.
Donakalmıştım. Süleyman Amca’nın dudaklarının her kımıldanışı benim için aralanan cennet kapıları gibiydi. Her kıpırdanış, içimdeki yangını söndüren su gibi, kalbimdeki çorak topraklara dikilen fidan gibi geliyordu bana. Hiç susmasın istiyordum Süleyman Amca. Zaten hiç susmayacaktı da; çünkü konuşan yalnız hakikatti!
— “Evet” dercesine başımı salladım Süleyman Amca’ya. Daha fazla rahatsızlık vermemek için yanından ayrıldım. Onu uzaktan uzağa izledim, izledim…
Gözlerimi açtığımda koğuşta bir telaş vardı. Ne olduğuna anlam veremedim. Doğruldum ve meraklı gözlerle ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Herkes bir o yana bir bu yana koşuşturma içindeydi. Anlaşılan o ki koğuşta beklenmedik bir şeyler olmuştu.
Derken; “Aman Allah’ım”, gözlerime inanmak istemiyordum. Nasıl olurdu? Oysaki dün gece… Rabbim! Bu kalp, bu gönül buna nasıl tahammül edecekti. Süleyman Amca. O beyaz takım elbisenin içinde ne kadar da nurani olmuştu.
Yıkanıp üzerindeki elbiseleri değiştirmeden evvel Süleyman Amca’nın iki rekât namaz kıldığını söyledi arkadaşlar. Ama namazını, alışık olmadığımız bir şekilde kılmış Süleyman Amca. Namazını yavaş yavaş, sindire sindire kılan ve namaz kılarken adeta çevresinden kopan Süleyman Amca, son namazını hızlı bir şekilde kılmış. Bu da herhalde Süleyman Amca’nın bu yolculuktan korkmadığının ya da duvarın arkasındaki dostlarına kavuşmak için sabırsızlanmasının bir ifadesidir diye düşündüm.
Tahammülü zor olacaktı ama Süleyman Amca’nın ayrılık vakti gelmişti. Zaten bütün hazırlığını da bu ayrılığa göre yapmamış mıydı? Buraya gelen hiç kimse ebedi burada kalmamıştı ki Süleyman Amca kalsın. Hep valizi hazır değil miydi bu ayrılık için? Hep bir gurbette gibi yaşamamış mıydı? Hep gözleri kendini götürecek memuru aramıyor muydu? Hep onun için merak ve heyecan duymuyor muydu? Vay be…
Anladım ki Süleyman Amca benim zannettiğimden de akıllıymış. Akıllı diye tanımlamakta yetmiyor onu; bir o kadar da ileri görüşlü. Öyleyse “ileri görüşlü” olmak bize küçük yaşlarda öğretilenler gibi basit değilmiş. Asıl ileri görüşlü olmak; beyaz takım elbiseyi giyip gideceğin yeri düşünüp ona göre hazırlanmak ve yaşamakmış. Buradan anlaşılıyor ki; “görmediğine inanan insanların ödülü” “inandığını görmek” olacakmış.
Güle güle Süleyman Amca; yolun açık olsun. Sen gittiğin yerdeki dostlarına ve arkadaşlarına bizden selam söyle. Onları görmediği halde, seven ve muhabbet eden dostları olduğunu ilet onlara. Ve o dostlarına, bu dünya zindanında, karanlık bir yer kalmayıncaya kadar o adapname ve terbiyename hükmünde olan Kuran’ın sönmez ve söndürülmez nurunu, kulaktan kulağa söyleyen, gönülden gönüle hissettiren dostları olduğunu ilet.
Baksanıza Süleyman Amca’ma; çınar ağacının dallarını nasıl da kendine bir basamak yapıyor. Baksanıza o duvarın arkasına geçerken kollarını nasıl da açıyor. Bize “haydi siz de gelin” mi diyor, yoksa duvarın arkasındaki dostlarına kucak mı açıyor bilinmez, ama galiba o tarafta incili pınarları ve bayram yerlerini görüyor. Galiba o taraf onun bahsettiğinden de güzel…
Rabbim vakt-i merhunu geldiğinde bizi o incili pınarlara, o bayram yerlerine kavuştursun hayırlısıyla…
ALINTIDIR